Dr. Hatice Çolak / Yazar
(09.05.2020 Akşam Gazetesi Star Açık Görüş sayfasında yayınlanmıştır.)
Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçak gönüllük demek… Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse… Nasıl söylemeli… Hâkimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey.
Okuduğumuz bazı kitaplar karakterimizi çok enteresan şekillerde etkiler. Velev ki lüzumsuz bir mizah kitabı ya da resimli bir çocuk kitabı olsun. Elimize aldığımız kitabın ömrümüzün kalanında ne etki bırakacağını okumadan asla bilemeyiz. İlk gençlik yıllarımda bir kitap okumuştum: Şibumi.
Şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır. Şöyle düşünün. O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok. O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçak gönüllük demek… Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse… Nasıl söylemeli… Hâkimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey.
“ Trevanian takma adını kullanan ve gerçek kimliğini saklayan yazar Şibumi’yi böyle tanımlıyordu kitabında. Ve kitabın ana kahramanı çocuk yaşta babası yerine koyduğu kişiden yadigâr bu öğretiyi hayatı boyunca unutmuyor, kiralık bir katil olduğu zamanlarda bile şibumi idealinden vazgeçmiyordu.
Asyalı kadınlar
O sıralar hiç farkında değildim ama şibumi benim için de bir idealdi artık.
Üniversite yıllarında hep bitpazarından giyindim bu idealle. Japonların eski ve parlak olmayan eşyanın ruhuna duyduğu saygıdan etkilenmemek ne mümkündü? Yeni ve parlak olan tüm eşyalar ne kadar da çiğ ve çirkindi! Düğünümde takılan tüm altınları bozdurup birçokları için bir hurda yığını olan 1974 model o mavi vosvosa yatırdığımda dünyalar benim olmuştu. Olur tabii, ne bitpazarından düzdüğüm o öğrenci evi kadar tat aldım herhangi bir evden, ne o vosvosumun dostluğunu buldum herhangi bir arabada. Eşyanın ruhu olmaz diyenler biraz Japon felsefesi okumalıydı mutlaka!
Şibumi hayatımı etkilemeye devam etti durdu yıllar boyunca. Üniversite yılları boyunca tek bir fotoğraf çekinmedim mesela, mezuniyet günü hariç. Mezuniyet günü ifade dolu sessizliğimden uzaklaştığım hayatın ilk adımıydı. Rekor hızda mezun olmuş, pek çok gazeteye manşet olmuştum. Bu ailemin gururunu okşamıştı pek tabii, fakat bu ve sonrası gelen bir dizi toplumsal beklentiye karşılık verme zorunluluğu beni şibumi idealimden peyderpey uzaklaştırdı. Şu an, genelde Assalam’ın görünürlüğü için de olsa, sosyal medyaya ayırdığım zamana ve bıkıp usanmadan çektiğim on binlerce fotoğrafa bakıyorum da… Bugünkü yazımızda, şartlar ne gerektirirse gerektirsin şibumiden uzaklaşmayan Asyalı kadınlardan bahsedeceğiz. Yaptığı işi en mükemmel şekilde yaparken sanki kelebekmiş de uçuyormuş hissi uyandıran, birbirinden naif, zarif, içten, insanı rahatlatan halleriyle fark yaratan kadınlardan.
Anahtara ne gerek var
Gözlerimi kapatınca sık sık Sa Pa bölgesinde bulurum kendimi. Vietnam’ın o eşsiz dağ köylerinde. Pan Sung ile orada tanışmıştım. Beni o hamlamış vücuduma ve tembel yakınmalarıma rağmen, hem de günlerce, dere tepe gezdirmişti. Uçurum kenarlarında kilometrelerce patika yol yürümüştük. Soluklanmak için şelalele kenarlarında dinleniyorduk, ben buz gibi sularda serinlerken o bana inanılmaz lezzette meyveler bulup ikram ediyordu. Pan Sung evinin bir odasını turistlere kiralıyordu, dağ köylerinden birindeki mütevazı evinde, sıradan bir Vietnam ailesinin hayatını deneyimlemek isteyen turistler gayet ucuza konaklayabiliyordu. Kalabalık evde Pan Sung’un çocukları ve diğer hayvanlarla beraber kalırken kapının dışındaki yüksek oksijenden eser kalmıyordu tabii, ancak o hazin coğrafyada bulabileceğiniz maksimum huzur işte hemen oracıktaydı. Benzer bir tecrübeyi Japonya’da kaldığımız bir ryokanda (geleneksel Japon evi) yaşadığımı hatırlıyorum. Biz Batılılara özgü şımarık alışkanlıklarımızla odanın anahtarını sorduğumuzda çok garipsemişlerdi, ne gerek vardı ki? Kapatmamız yeterliydi kapıyı. Sanki uzaydan geliyormuşuz gibi hissetmiştim ev sahibinin şaşkın bakışları altında kendimi. Yıllarca çalıştığım şirketin imkânları ile beş yıldızlı otellerdeki fuzuli lükse alışmış birisi olarak bu ev-otellerde şibumiyi bulmak, yıllar sonra çocukluğuma kavuşmak gibiydi.
Bumi Langit’le tanışıklığım yakın dostumun “The Happy Muslim” (Mutlu Müslüman) isimli bir Youtube videosu paylaşmasıyla oldu. Endonezya kırsalında bir dağ köyünde yaşayan İskender ve eşi Darmila mutluluğun resmini çiziyordu bu videoda! “Günümüzde mutluluk bir şey alındığında uyanan bir duygu olarak dayatılıyor. Oysa gerçekte verirsen mutlu olursun” diyordu İskender. “Onsuz yaşayabileceğin hiçbir şeyin seni hakikatte mutlu etmesine olanak yok, mutluluk doğanın kendinde gizli ve kesinlikle koşulsuzdur” diye ekliyordu, mutluluğu evrensel bir gelenek olarak tanımlarken. Öyle güzel anlatıyordu ki… Video bittiğinde ağlamak istiyordunuz. Ama bütün bunlardan daha çarpıcı olanı, İskender programı çeken kanala karısının da gezilere eşlik etmesini şart koşuyordu, “Böylece” diyordu, “gülümsemem hiç eksilmez yüzümden.” Darmila Hayati Waworuntu ile o videoda tanıştım, İskender’in yüzündeki gülümsemeyi hiç eksiltmeyen kadın olarak. Acaba dünyamızda kaç eş birbirini böyle tanımlıyor? Katolik bir Endonezyalı baba ve İngiliz Yahudisi bir anneden doğup ihtida eden bu dervişin masmavi gözlerinin beni Endonezya’nın o dağ köyüne sürüklemesi tahmin edersiniz ki çok uzun sürmeyecekti. Jogjakarta’ya gittiğimde Darmila’nın o naif ve mütebessim çehresinin altında ne kadar güçlü bir karakter yattığını fark etmem ise sadece dakikalarımı aldı.
İskender daha 14 yaşındayken okullardan kendine bir hayır gelmeyeceğini anlamış ve Endonezya’nın ücra köylerine vurmuştu kendini. Darmila’yı hala ormanda binlerce yıllık yerli kültürleriyle yaşayan bir kabilede görüp âşık olmuştu. Evlendiklerinde Darmila henüz 15 yaşındaydı. Ve o gün bugündür İskender nereye gitse onu bütünlüyordu. Kocası Bali’de permakültür bahçeleri kurarken o doğal fırın açıyor, Endonezya’ya taşınıp çorak bir araziyi ormana dönüştürürlerken o hasadı organik bir restoranla gelire dönüştürüyor ve çeşit çeşit atölyelerle yüzlerce gence doğal mutfağı öğretiyordu. Kendileri gibi doğal beslenme uzmanı pek çok harika insanla tanışmıştım Bumi Langit’te, bu dağ köyü doğa ile uyumlu yaşam felsefesine ilgi duyan pek çok insan için bir üs olmuştu… 6 aylığına gönüllü gelen ve zorlu arazide çalışırken elleri su toplayan güzel İspanyol kızı mı anlatayım burada, mutfaktan çıkmayan Lübnanlı delikanlıyı mı, ülkeye turizm için gelip âşık olmuş ve evlendiği yerli kızla Bumi Langit’e yerleşmiş Fransız filozofu mu, yoksa kendini yavaş yemek (slow food) hareketine adamış harika kadın Amaliah’yı mı? Her birisi ayrı bir yazının konusu olabilecek bu öyküler bir kenarda dursun, söylemesi ayıp ben en çok Bumi Langit’teki ilk akşamımızda pek çok milletten gelen gönüllülerle beraber yediğimiz akşam yemeğinin ve bir de Darmila’nın Zanzibar’a iade-i ziyarete geldiklerinde bize yaptığı fermente kasava tatlısının tadını unutamıyorum.
Doğu tipi alçak gönüllülük
Bu bahsettiğim Asya kadınlarının hemen hepsinde dikkatimi çeken bir şey vardı. Bizler yaşlandıkça çarkın dişlilerine daha çok kapılırken, onlar yaşlandıkça şibumiye daha çok yaklaşıyorlardı. Doğu tipi bir alçak gönüllülükle, yaşlandıkça enerjileri çoğalıyor ve güzelleşiyorlardı adeta.
Mesela Bu Didik. Onunla tanıştığımda gözlerime inanamamıştım. Günlerdir telefonda nerdeyse geyik yaparcasına yazıştığım kadın, 70’lerini çoktan devirmiş bu hanımefendi olabilir miydi gerçekten? Bu yaşlarda bir kadının teknolojiye bu kadar hâkim olmasına şaşkınlığım geçmeden Bu Didik’in hâkim olduğu o kadar çok alan serildi ki önümde. Koca Jakarta’yı keşfe onun rehberliğinde çıkmıştım. Önce kurduğu körler okuluna götürmüştü bizi. Oradaki gençlere nasıl meslek kazandırdığını göstermişti. İçine ne kattıklarını bile görmeden o leziz dondurmaları nasıl yapıyorlar bir türlü anlayamamıştım. Otizm okulunda Bu Didik’i gençlerle dans ederken hatırlıyorum sonra, bir yandan restoranlar için peçete katlar, erişte keserler, yani meslek kazanıp merkezin devamını sağlarlarken, bir yandan nasıl da eğleniyorlardı. Bir başka gün büyük bir fuara götürmüştü beni. Endonezya ve Papua Yeni Gine’nin her bölgesinden kadın girişimcilerin el ürünlerinin satıldığı bir fuardı burası. Stantları gezerken hem Endonezya’ya yeniden âşık olmuştum, hem tüm mal varlığını bu yolda harcamaktan sonsuz keyif alan Bu Didik’e.
Sert işleri kimler yapmalı?
Bir Japon atasözü der ki “Sert işleri kimler yapmalı? Yapabilenler.” Sert işleri yapabilen çok fazla insan var dünyamızda. Evrim teorisine inanılan, güçlünün zayıfı ezmesinin şart olduğu bir dünyadan başka ne beklenebilir ki? Başarının güç demek olduğu, cesaretle söylenen şeyin, ne kadar yanlış olursa olsun doğru sayıldığı bir dünyadan. Çocuklara özgüven kazandıracağız diye her türlü terbiyesizliklerini hoş gördüğümüz, alçak gönüllüğü öğretmek yerine sakın pasif olma, göster kendini diye direttiğimiz bir dünyadan. İyiliği bile öyle sert ve kaba yapıyoruz ki. Yolladığımız kumanyanın yerine gidip gitmediğinden emin olmak için ismimizin yazılı olduğu fotoğraflar istiyoruz mesela, bağışı alan kişinin incinen gururunu hiç hesaba katmadan. Oysa yukarıdaki kadınlardan… Yani yaptıkları iyiliği ruhlarındaki zarafetten hiç eksiltmeden, onu an be an artırarak çoğaltan insanlardan ne kadar da az kaldı değil mi? Yetkinliğini estetikle birleştiren, yaralının acısını ta yüreğinde hissedebilen… Diyeceğimiz şu… O ki Ramazanın son on günü itikâf zamanı. İtikâf inzivaya çekilmek demek. İnziva ise dış dünyayla bağları koparmak… O ki zaten evdeyiz, belli ki bu itikâf eve ya da mescide kapanmaktan biraz daha farklı olacak. Neden bu günlerde ruhlarımıza bir detoks yapmıyor, maruz kaldığımız kalabalık, kabalık ve gösterişten kendimizi arındırıp, bayram sonrası için zarif başlangıçlara yelken açmıyoruz? İnanın zarafete her şeyden daha çok ihtiyacımız var.